CLICK HERE FOR THOUSANDS OF FREE BLOGGER TEMPLATES »

10 Şubat 2016 Çarşamba

Uzaklarda bir dost gibi....



Hani yıllarca görüşmediğiniz, ama bir telefonda ya da bir buluşmada sanki daha dün berabermişsiniz gibi hissettiğiniz dostlarınız vardır.Bilirsiniz ki aramasanız da darılmaz, aramasa da alınmazsınız. Varlığını bilir ve iyi, huzurlu  hissedersiniz. İşte yıllar önce çocuklarıma hatıra olarak bırakmak üzere açtığım bu blog da aynı o uzaktaki dost gibi benim için.
2 koca yıl tek cümle bile yazmadan geçmiş... Ama ben son yazımı sanki dün yazmışım gibi hissettim.
Zaman dediğimiz şey göreceli bir kavram. Kimine 2 yıl çok kısa gelir, kimine çok uzun.
Her zaman derim zamanın uzunluğu, kısalığından öte o zamanı nasıl değerlendirdiğin önemli.
Biz dolu dolu yaşadık bu 2 seneyi.



Çocuklar büyüdüler, biz biraz yaş aldık...
Birlikte eğlenmeye devam ettik.
Okullu olduk, dersler ve sınavlarla boğulduk. (tamam kabul ediyorum çocukların umurunda olmadı, daha çok ben boğuldum )
 Yeni yaşlarımızı kutladık...
Büyümenin getirilerini yaşamaya başladık. Dişler teker teker dökülmeye başladı. Diş perisi yalanı itina ile reddedilerek anne düşen her diş için kaç para vereceksin tartışması yaşandı. Sırf para almak için sallanmayan dişler iteklendi durdu :) Sonunda zafer onların oldu...


Çocuklarla birlikte biz de yaşlandık ama büyümedik. İçimizdeki çocuk onlarla hoplamaya, zıplamaya, kudurmaya devam etti.
Çok sıkılıp, zorlandığımız, üzüldüğümüz günlerimiz de oldu elbette ama hepsinde birlik olduk, birbirmize sarılıp, birbirimizden güç alıp hepsini atlattık.
İşlerimiz değişti, evlerimiz değişti ( Kentsel dönüşüm sebebiyle 2 yılda 3 defa taşındık daha ötesi var mı?) ama biz değişmedik.
Hep aşağıdaki muzur çocuk kıvamında kaldık...


Sevgiyle kalın... bir daha ne zaman yazarım bilinmez :)



glitter-graphics.com

5 Aralık 2013 Perşembe

İyi ki doğdun oğlum


 
Efe Deniz,
 
İnsanlar isimleriyle özdeşleşir derler ya, sen daha içimdeyken karakterinle kendi kendine belirledin  ismini.
Deniz ismiyle çıktığımız yolda, kendi kendine bir isim daha ekleyip Efe Deniz'e dönüşüverdin.
 
Adın gibi bazen durgun, bazen dalgalı, dalgalandı mı fırtınalı, Efeler gibi yürekli, dürüst, gözü pek.
Dünyaya gelişin bile uyumlu oldu isminle. Daha 2 hafta varken doğuma, çıkasın geldi dışarıya...öyle birden bire pat diye...
6 yıl içerisinde hiç mi değişmez insan? İlk günkü gibi cin bakışlı, ilk anki gibi enerjisi bitmek tükenmek bitmeyen, hazır cevap, ama içinde koskocaman bir kalbi olan bir çocuk oldun artık.
Oturup kahve içerek bir filmle ilgili yorumlar yapabildiğim, sabah kalkıp kendi kendine ailesine kahvaltı hazırlayan, ne kadar muzurluk, yaramazlık yapsa da bir şekilde insanların sevgisini kazanan, hayatı, olayları, durumları ve hatta ödevlerini sorgulayan, gelecekle ilgili planlar yapan, kız kardeşiyle didişmekten keyif alan, geçmişe ait hatıraları en ince ayrıntısına kadar hatırlayan ve bizlere de unutturmayan, hiçbir lafın altında kalmayan ve hatta lafı gediğine koyan, parasal hesaplarla haşır neşir olmaya bayılan ve hatta tırtıkladığı bozukluklarla yatağının altında (bilmediğimi sansanda) bir servet yaratan, her türlü atıktan bilimum inovatif, roket, yanardağ, motor yapabilen, öfkesi korkutucu, sevgisini içinde ama dev gibi yaşayan küçük bir adam oldun.
Her geçen gün ayrı bir macera katıyorsun hayatıma ve ben çokça kızıyor gibi görünsem de senin bu muzur tarafının hiç büyümesini istemiyorum...
İyi ki doğdun oğlum, iyi ki varsın...
 


glitter-graphics.com

20 Kasım 2013 Çarşamba

Tanımadığın biriyle yaşamak


 
Merhaba, isminiz neydi? Nerelisiniz? Kaç yıldır burdasınız? Yemek pişirmeyi biliyor musunuz? Çocuk sever misiniz? Ne kadar kalmayı planlıyorsunuz? Ne kadar maaş istiyorsunuz?
Eni topu yarım saat süren bu muhabbet sonrası eve daha önce hiç tanımadığın bu kişiyle dönüp onunla yaşamaya başlamak.

Garip mi geldi? Hayatınızda hiç yarım saat konuştuğunuz biriyle aynı evde yaşamaya başlamadınız mı yoksa ? O zaman ya çalışmıyorsunuz, ya çocuğunuza akrabalar bakıyor, ya hiç bakıcı krizi yaşamadınız, ya da çocuğunuz yok.

Bakıcılar üzerine sayfalarca yazabilirim. Ama bunu başka bir yazı konusu olarak saklıyorum. Bu yazı bakıcı bulmanın zorlukları ve cilveleri üzerine olacak.Daha ilk bakıcı aradığım zamanlarda yazdığım şu yazımın üzerinden seneler geçmiş ama konuyla ilgili bir arpa boyu yol katedememişim. Bu iş tamamen şans ve iyi niyet işi. Yazının sonunda bahsettiğim bakıcımız bizimle 5 yıla yakın kaldı . Bu işin özü karşılıklı iyi niyet çünkü. Senin aile olarak iyi olman yetmiyor, gelen insanın da aynı iyi niyetle karşılık vermesi gerekiyor. Yazık ki çoğu rahata alışmış olan bu meslek grubu mensupları sebebiyle zavallı bıcırlarım akşam yattıklarında başka sabah kalktıklarında başka suratlarla karşılaşmak zorunda kaldılar pek çok kez. Son birkaç vedanın ardından artık onlar da durumu kabullendiler ve “giden bakıcının ardından ağlayamam ben böyle yas tutamam” şarkısını benimsediler.

Bakıcı aramanın raconu hala aynı. Bir kaç alternatif yol var.İlk alternatif, Ajanslar :yüksek komisyon, yüksek maaşlı çalışanlar, 3 ay garanti, 3 ay sonra giden bakıcının yerine yenisi komisyon karşılığı yenileniyor. Son görüştüğüm bir ajans yatılı türk bir bayanın maaşı için 3000 lira dedi. 3000 de ajansa komisyon. 3 ay sonra allah kerim?!?  Ben gık mık edince adamın tavrı öyle bir değişti ki utanmasa “otur o zaman evinde çocuğa kendin bak” tınısı vardı sesinde. İkinci alternatif, eş-dost akraba,arkadaşlar: Garantili ama kısa zamanda sonuca ulaşmayan bir yöntem. Diğer bir alternatif, bakıcıların tanıdıkları: tanıdığınız kişlerin yanında çalışanların yeni gelen ve iş arayan tanıdıklarına sizi yönlendirmesiyle başlayan ve sürecin sonunda  kimin kimden nasıl aldığını bilemediğiniz telefonunuzun sürekli  aranır hale gelmesi. Öyle ki dışarıda bir yerdeyken üst üste gelen telefonlara “nerelisiniz? kaç yaşındasınız?, haa ama biz genç istiyorduk, ya da tamam nerede kaçta buluşalım” gibi üstüste yaptığınız telefon görüşmeleri sonucunda etrafınızda size şüpheyle bakan bakışlar oluşur. Acil ihtiyaç halinde en etkili yöntemdir. Son 258 bakıcımı bu yolla buldum. Gördüğünüz üzere ne kadar etkili bir yöntem. Neredeyse hergüne 1 bakıcı bulunabilir bu yöntem ile. Bir de görüşme dialogları vardır ki evlere şenlik. Örneğin yeni gelen biriyle görüşümeye gittiyseniz mutlaka iki kişi ile görüşürsünüz. Biri işe almak için gittiğiniz kişi diğeri de tercümanı. Görüşme ise genelde şu şekilde ilerler; Merhaba, adın ne? Dilara? Kaç yaşındasın Dilara? Yırmuuc. Çocukları sever misin? İveet. Beni anlıyor musun? İveeet. Hiç cocuk baktın mı? İveett. Yemek biliyormusun? İv...!!! yanındaki kadına kendi dilinde birşeyler söyler. O da ona birşeyler söyler. Sonuç:tercümanın bize ilettiği kadarıyla, öğretirseniz yaparımdır. Sonraki her sorunun cevabının iveet olması muhtemeldir. Bir de uzun zamandır bu işi yapanlar vardır.  Yaşlı bakmış, çocuk bakmış ama ev işi yapmayanlar. O kadar yerde çalışıp da nedense bir türlü yemek yapmayı öğrenmemişlerdir. Bunlar da yine öğretilirse yaparlar. Bir de ne tesadüftür ki bu çalışanların daha önceki çalıştıkları tüm aileler ya Almanya’ya, ya Bodrum’a, ya Amerika’ya gitmişlerdir. Diğer bir grup ise her işi yaparımcılar. Yemek de bilir, çocuk da bakar, ütü de yapar ama 800 dolar ve 35 TL izin parası ister. Haftasonu 2 gün izin yapmak ister, arada kontör yüklemeni ister...vs.

Tüm bu meşekketli süreçlieri aşıp buldun birini diyelim. İşte esas macera o noktadan sonra başlar... Nasıl mı? Azzz sonra...


glitter-graphics.com

14 Kasım 2013 Perşembe

Şimdi siz beni Dilovası’nda bir fabrikada çalışıyor zannediyorsunuz değil mi?!?


 
 
Şimdi siz beni Dilovası’nda bir fabrikada çalışıyor zannediyorsunuz değil mi?!?

Oysa ben tam da şu anda masmavi bir denizin karşısında, çıplak ayak, kumların üstünde yürüyorum. Bembeyaz kumları ve turkuaz denizi ile huzur dolu bir yer burası. Ilık rüzgarın dağıttığı saçlarımı şapkamın altına itekliyorum.  Beyaz elbisemin eteklerini kıvırıp, oturuyorum ıslak kumalara. Denizin dalgaları değiyor ayak uçlarıma. Tam gözlerimi kapatıp sessizliği dinleyecekken bembeyaz kocaman bir köpek geliyor yanıma. Kafasını kucağıma koyup,okşamamı bekliyor usulca. Pufuduk tüyleri arasında kayboluyor ellerim. Bir süre, ellerim kafasını okşayarak öylece oturuyorum. Sonra “Kartopu”, duramıyor yerinde ve oynamak istiyor. Palmiye ağaçlarının arasından bulduğu bir dal parçasını getirip bana uzatıyor. Sahil boyunca koşuyoruz birlikte. Her yakalayışından sonra gelip şımarıyor bana. Güneş yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başlarken denizin üzerine yansıyan kızıllık eşliğinde geri yürümeye başlıyoruz. Eve geldiğimizde koşarak bahçeye geçiyor  Kartopu. “Kartopuuu” diye çığlık atıyor Nehir. “Okuldan geldiğimde beni karşılamaman ne büyük nezaketsizlik.” Kartopu patilerini Nehir’in göğsüne dayayıp yüzünü yalamaya başlıyor. Sarmaş dolaş yuvarlanıyorlar çimenlerde. Efe Deniz salondan bahçeye açılan kapıdan gülümseyerek izliyor onları. Yanına gidip yanaklarından öpüyorum. Akşam yemeği ve derslerden önce oynamaları için onları bahçede bırakıp mutfağa yöneliyorum. Kasım olmasına rağmen bahçede yemek yiyebilecek kadar ılık bir hava var dışarıda. Tahta masaya beyaz bir örtü serip masayı hazırlıyorum. Kapıdan gelen anahtar sesiyle Deniz ve Nehir kapıya koşuyorlar. “ Babaaaa bugün okulda ne oldu biliyor musun” diye birbirleriyle yarışarak anlatıyorlar günlerini bir solukta babalarına. Bahçeden kopardığım domates, biber ve salatalıkları ekliyorum salataya. Birer kadeh şaraba ne dersin diyorum Fikret’e. Yıldızların altında, bahçeyi aydınlatan meşalalerin arasında yiyoruz akşam yemeğimizi. Fonda Norah Jones’un sesine eşlik eden cırcır böcekleri...

“Başak Hanııım, genel müdür’ün beklediği yetenek programının sunumu hazır mı?”...

Müdürümü yemeğe davet ettiğimi hatırlamıyorum.

Dilovası’nda bir sunuma bakıyorum. Bedenim burada, ruhum cırcır böceklerinin yanında...

Bedeniniz nerede olursa olsun ruhunuzu özgür bırakın.Hayalgücünüzün gücünü hafife almayın J.




glitter-graphics.com

11 Kasım 2013 Pazartesi

Rutinden kaçış


Sevgili çocuklarım,

Başka bir yerde başka biri olarak doğsam ne olurdum diye düşünürüm zaman zaman. Bir balıkçı kasabasında, deniz kenarında bir evde bir balıkçı kızı olarak doğmak isterim nedense... Denize olan aşkımdan, hep deniz kenarında bulduğumdan olsa gerek huzuru. İsimlerinizin bile çıkış noktasıdır denize ve suya olan tutkum. 

İş hayatı, İstanbul’un telaşı, gündem, politika, ilkokul, dersler, AVM’ler üsütüme üstüme gelmeye başlamıştı son günlerde. Birbirini tekrarlayan günlerden, birbirinin kopyası hayatlardan ve en önemlisi kendi kendime tekrarladığım rutinlerden öyle sıkıldım ki... Bir karar aldık babanızla bundan sonra elimize geçen her fırsatta, yağmur, çamur olsa dahi uzaklaşacağız şehirden diye. Daha fazla zaman geçireceğiz doğada.

Bu haftasonu ilk kaçamağımızı gerçekleştirdik. Farklı birşey yapacağız bugün dediğimde “ilk cevabınızın: oyun parkına mı gidiyoruz?” olması bile ne kadar döne döne aynı şeyleri yaşadığımızı bir kez daha ispatladı bana. Bir oyun parkından ne kadar anı bırakabilirim ki sizlere? İleride annem beni çok güzel sallardı ya da inanılmaz güzel jeton atardı oyuncağa mı diyeceksiniz? Ben sizlerle birlikte birşeyler yapmak,güzel anları paylaşmak istiyorum. Ben okulun baskısı daha da binmeden üzerimize rutinden çıkmak istiyorum...

Yola çıktığımızda oyunparkına gitmediğimiz için pek de memnun olmadığınızı hissediyordum bakışlarınızdan, ses tonunuzdan ama içimdeki ses günün çok iyi geçeceğini söylüyordu bana. İstanbul’dan çok da uzaklaşmadan 1 saatlik bir yolculukla vardık Şile’ye. Yazları yer bulunamayacağına inandığım kumsal, sonbaharın ılık güneşinin ısıttığı birkaç sevgili ve köpeklerini dolaştıran çiftler dışında boş sayılırdı.
 
 
Bomboş, upuzun kumsal boyunca koşmak, kumlarda yuvarlanmak (her tarafımıza kum kaçacağını bile bile), denizin sahile vuran dalgalarıyla yakalmaca oynamak, denizden gelen rüzgarın yanaklarımızı kızartması, rüzgarı kalbimizde hissetmek. Özgürlük ve huzur...






Yanımıza aldığımız olta ile balık tutma çabalarımız, sonuçta yakalaya yakalaya bir yengeç yakalamamız yakaladığımız yengecin yeni arkadaşlarınız tarafından katledilmesi, kedi yavrularının peşine düşüp katledilen yengeci unutuşunuz, sizin yeni arkadaşlarınız sayesinde bizim de yeni arkadaşlar edinmemiz,
 


kumda su bulana kadar kazdığınız çukura yerleştirdiğimiz dilek mumu, hepinizin dileklerinizi dilemeniz, kimse o dileklere ulaşamasın diye dilek çukurunu saklamanız, Nehir ve Irmak adındaki yeni edindiğiniz bu ikiz arkadaşlarınızdan Nehir’in Nehir ile, Irmak’ın Efe Deniz ile olan benzerliği ve anlaşması, bizlerin siz oynarken onların anne babasıyla rahat rahat oturup içkilerimizi yudumlayabilmemiz , şömine ateşinde kızarttığınız ekmekler,
 
 
 
 
 

sahilde sizlerin toplayıp getirdiğiniz tahta parçaları ile (Efe Deniz’in söktüğü tahta kapının sahipleri varsa umarım bu yazıyı hiç okumaz)  yakılan kocaman ateş ve etrafında yaptığınız ateş dansı...


 
Yazdan kalma bir günde zamana takılmadan yaşamak...
 
Erol- Funda çifti ve ikizleri Nehir ve Irmak ile karşılaşmasaydık yine bu kadar keyifli geçer miydi günümüz bilmiyorum. Tek bildiğim yeni insanlarla tanışmak, farklı bir mekanda olmak, deniz-kum-güneş-rüzgar ve doğayla içiçe olmak hepmize iyi geldi.




Oltanı unutmana rağmen hiç mızıldanmadın Efe Deniz, bence bunun en büyük sebebi oraya tekrar gitmek için bahnemiz olmuş olmasıydı. Yola çıkarkenki nereye gidiyoruz acaba endişelerinizin yerine, günün sonunda gözlerinizdeki ışıltı doğru karar verdiğimizi gösterdi bize. Bundan sonra top havuzu yerine toprak-kum, jetonlu oyuncaklar yerine ağaçlar, balıklar hayvanlar, sinema filmleri yerine kendi filmimizin kahramanı olmayı seçelim. İleride birgün bugünlere dönüp baktığınızda annenizin sizi salıncakta nasıl salladığı değil, yengeçten nasıl kaçtığı kalsın hatıralarınızda...
 
 




glitter-graphics.com

8 Kasım 2013 Cuma

İyi ki doğdun kızım


Yine böyle güneşli miydi hava hatırlamıyorum. Doktor kontrolü diye gittiğim hastanede doğumun başladığını söylediklerinde, o günden geriye tek hatırladığım “ama daha erken” diye düşündüğüm. Zor ve erken bir doğum, sancılı bir doğum sonrası sürecinin üzerinden bugün tam 5 yıl geçti.

İnsan kötü hatıraları siliyor herhalde. O günleri bir sis perdesi içerisinde hayal meyal hatırlıyorum; Hastane hastane tahlil peşinde daha 1 aylık bile değilken, seni sepet gibi yanımızda sürüklediğimiz günler, yapıştırılan tahlil bantlarından tahriş olan narin cildin, kan alacağız diye delik değiş olan ellerin ayakların, oraya buraya yollanan tahliller, sorunun bile ne olduğunu bilmeden geçirilen bi-çare günler, gülümsediğinde bile endişeyle baktığımız o minik yüzün...tüm bunları sanki bir filde seyretmişim de aklımda öylesine kalmış gibi hissediyorum.

Hatırlar gibi olunca o günleri  hemen dönüp sana bakıyorum; Sabah kalkar kalkmaz bıcır bıcır konuşmaya başlamana, bitmek tükenmek bilmeyen enerjine, küçük şeylerden mutlu oluşuna, sürekli gülümseyişine, benim eşyalarıma ortak olma çabana, “ne zaman ruj,oje süreceğim” diye serzenişte bulunmana, bunlar için bana kafa tutmana, taklit yeteneğine, esnekliğine, kedilere olan sevgine, üzüldüğümde ya da ağladığımda senin de gözlerinin dolmasına, hassasiyetine, saç uzatma hevesine, dondurma yerkenki iştahına, küs kalamayışına, abine olan hayranlığına, dikkafalılığına, özgür ruhuna, hayal gücünle yazdığın masallara, koca-karı kıvamındaki cevaplarına, yolda,orda burda her çalışana “kolay gelsin” diyişine, kalbinin ve hayata olan sevginin büyüklüğüne...Hayranlıkla izliyorum gözlerimin önünde büyümeni.

Ve şükrediyorum. Sağlıkla birlikte geçirdiğimiz her yıl için şükrediyorum.  İyi ki doğdun Nehir’im...


glitter-graphics.com

10 Ekim 2013 Perşembe

İlkokul 1. Sınıf ve bir annenin çıldırış hikayesi

                                               


                                       
Dikkat: Bu yazı kalp ve tansiyon problemi olanlar üzerinde sıkıntı, bayılma, daralma hissi yaratabilir. Aynı şekilde okula yakın gelecekte başlyacak çocuğu olanların da dikkatli okumalarını tavsiye ederim zira karamsarlık ve bunalmışlık hissiyle “amannn erkenden iş hayatına atılsın” diye karar verenlerin verecekleri kararla ilgili sorumluluk kabul etmem.

Söylemişlerdi aslında bana da. Yani başıma gelecekleri biliyordum, daha doğrusu tahmin ediyordum da, yaşayınca, o tahmin ettiklerinin ne kadar hafifi kaldığını anlıyor insan.
3 haftadır bir Hande Yener şarkısı içinde gibiyim. “Le, le ,le,le ben çok özel, le, le, le, le ben çok üzen, le, le, le, le anne miyim ben?”. Hayır birşey değil bu iki harften soğudum. Bir şey değil gittikçe de çoğalıyorlar. İlk hafta sadece “l” ve “e” vardı. Sonra bunlar birleşip “le” ve “el” oldular, yetinmediler “ele” ve “elle”ye dönüştüler ve son nokta olarak “el ele” olarak hayatımı mahfettiler.
                                         

Aman canımmm, abartıyorsun mu dediniz? Okumayı yüreğiniz kaldırırsa saat 08:00 küsür itibariyle başlayan ödev maceramızı buyrun okuyun;
“Yemekten kalktıktan sonra hemen ders çalışılır mıymış” biraz teneffüs yapmam lazımla başlıyor maceramız. O teneffüs nedense bana saatler gibi geliyor. İsteksizce oturulan masanın başında başlıyoruz ödevimize. Eni topu 3 sayfa el yazısı ile  “ele” yazacağız. Ne diyorum ben?? Niye yazacağız,niye biz? Efe Deniz yazacak. Ben de yanlış yaptığında “bu olmadı oğlum tekrarla diyip sileceğim (niye ben siliyorsam?) ve o düzgünce yazacak. Sonuçta 3 sayfa nedir ki, yarım satte ödev bitip oyun oynayacağız.... diye düşünüyordum ilk zamanlarda. Ve başlıyoruz. İlk “e” iç güveysinden hallice yapıldıktan sonra kalemin kıvrılmasıyla “l”ye doğru ilerliyoruz tam “l” tepe satıra değip ikinci “e” ye yol alacakken duruyor.

Efe Deniz (ED): Anne doğumgünüme kaç gün kaldı?
Anne(A): Daha 2 ay var oğlum hadi sen devam et.
ED: Hımm. 2 ay çok mudur? Kaç gün yani?
A: Sen şu ilk kelimeyi bitir ben anlatırım.

“l” tepeye değip “e” harfine benzer(bence o da küçük “l”) bir harf ile ilk kelime yazılır. Ona göre görev tamamlanmıştır. Ve daha önümüzde sürüsüne bereket satır durmaktadır.

ED: Benim gözlerim kaşınıyor.
A: Ödevini yap geçer??? (ne demekse)
ED: Bu kelemin arkası da yazıyor baaakk. ( ve ödev kağıdının dibinde kalemin arka ucundan çıkan boya ile masmavi bir leke oluşur)
A: Oğlum hadi bak 15 dakika oldu daha 1 kelime yazdın. Üç sayfa daha var, bak yetişmeyecek.

Puflamalar ve oflamalar eşliğinde ikinci “ele”ye geçilir.

Bu arada anne sürekli direktif vermektedir: Oğlum satırdan taşmasın, iki kutucuğun arasına sığdır, hah tamam “ e” oldu şimdi uzat onun kuyruğunu ve “l” yap, harika bir tane daha “e” yaparsan tamamdır....Ohaaa Efe Deniz o “e” ile ilk yazdıkların arasından dağ kadar mesafe oldu. Sandalyeden inen Efe Deniz odanın içinde koşmaya başlar, dağ kadar olması için işte bu kadar, bu kadar boşluk olması lazım diye turlar atar odanın içerisinde.
Anne başını iki elinin arasına almış, tiktaklayan saati duymamaya çalışmaktadır.

Arada içeride ne yaptığımızı merak eden ve uzuuunca bir süre annesinden ayrı kalan Nehir avutulur. Avunduğuna inanılmasına rağmen tekrar odaya dalarsa haşlanır..vs

Tekrardan masa başında buluşulur.
A: Bak oğlum çok geç olmadan bitirmemiz lazım bu ödevleri( yine 1. Çoğul şahıs demek ki hata bende çocuğun ödevlerini fazla sahiplenmişim). Yoksa oyuna zaman kalmayacak direk yatmaya gideceksin. Neden kendini veremiyorsun? (çok çok yanlış soru, çünkü anne bunu ir soru olarak sormamaktadır ama çocuk soru olarak algılamaktadır)

ED: kendimi veremem tabii, kafam çok karışık. Okulda bugün kavga ettiğim çocuğu düşünüyorum (bu da başka yazı konusu, detaya girmeyeceğim) biz onla sonra “kanka” (jargon değişti bile) olduk ama yarın yine kavga eder miyiz diye düşünüyorum. Sonra kalemlerimi düşünüyorum. Sonra doğumgünü...Aaaaaa (anne araya girer) tamam sen düşünme şimdi bunları sonra düşünürsün!!!

Puflama eşliğinde tekrar başlanır. Daha fazla iç bunaltmadan kısa keseyim. Senaryolar ve dialoglar değişir ama her “ele” benzer koşullarda yazılır. İlk 2 sayfa yaklaşık 3 saatte bittikten sonra çıldıran anne farklı yönetemler deneye başlar. Artık son sayfaya geçilmiştir ve annede ne sabır, ne derman, ne de tahammül kalmamıştır.
İlk deneme günün yorgunluğunun üzerine eklenen o sinirin verdiği gerginlikle tehdittir;

A: Bana bak Efe Deniz yapmıyorsan yapma, hemen gidip sana bir çöp arabası alalım, bırak okulu filan da çık sokaklarda çöp topla. Ödevini yapmak istemiyorsan okula gitmene gerek yok okula gitmiyorsan da sokakta çöp toplayarak çalışırsın.
E: Ya tamam yapıyorum...der ve 2 tane daha yazdıktan sonra yine dağılır.

İkinci deneme olumlu yaklaşım olur:
A: Bak güzel oğlum, bu ödev sebi sorumluluğun. Hepimiz birinci sınıfta aynı zorlukları yaşadık. Şimdi sana zor geliyor, yoruluyorsun ama okumaya ve yazmaya başladığında ne kadar güzel olacak.Bana mektuplar yazacaksın, kitapların olacak. Hadi benim aslan oğlum, kaplan oğlum (ver gazı şeklinde) sen 2 dakikada bitirisin şu tek sayfayı...

Son sayfanın ilk 2 satırı bittiğinde artık anne de bitmiştir.

A: Ben gidiyorum.
ED: Nereye? Nehir’in odasına mı?
A: Yüreğimin götürdüğü yere...
ED: Orası neresi?
A: Kimsenin bilmediği, beni bulamayacağı bir yer.
ED: Tamam ben de geleyim. ... der ve kitap defter herşeyi çantaya tıkıştırmaya kalkar.
A: Aaaaaaaaa (çığlık) hiçbir yere gitmiyoruz daha ödev bitmedi.
ED: Bitince mi gideceğiz?
A: Bitince yatacaksın.
ED: Yaaa ama daha oyun oynamadık.

A: E bitir şunları hemencecik o zaman. (Yarım saat içinde 3 değişik ruh hali)

Bitirme teleşıyla öküzgözü üzümü kıvamında “e”ler ve devasa “l”ler havada uçuşur. Anne mükemmeliyetçi(bugüne kadar ne işime yaradıysa) Bütün iri harfler silinmek suretiyle tekrar tekrar yazdırılır.
Arada birkaç cinnet geçirme anı eşliğinde omuz cimcirme, birkaç manik-depresif an eşliğinde uzun süreli sessizlik, birkaç “ne yapıyorum ben, o daha 6 yaşında bile değil, bu saatlere kadar da ödev yaptı” eşliğinde anne vicadanına bağlı sevgi seli gibi şizofrenik davranışlar gösterilir. Ve ödev biter.... mi??? O da ne??? 5’er 5’er 50’ye kadar ritmik sayılacak.
Saat 11:15. Ve “ben daha oyun oynamadım kiii” diyen bir çocuk. İki seçim var: ya ödev sallanmayacak, daha ilk baştan sorumluluğunu bilmeyen bir çocuk yetiştirmenin adımı olacak. Ya da ödev yapılacak çocuk okuldan ve dersten nefret edecek. Bir anda bir ışık belirdi kafamın üstünde. Yok yok ölüp melek olmadım. Dedim ki “aaa öğretmen bir de oyun vermiş.” Yatana kadar da bu oyunu oynayalım mı? 10 tane 5 kuruş aldım ve bu bir yarışma dedim. Şimdi ben sana her defaında bir para yolladığımda sen biriken paralarını sayacaksın.Yanlış yaptığın yerde tüm paraları geri alacağım ve tekrar başlayacağız. Hepsini 3 kere üst üste doğru saydığında da tüm paralar senin olacak. (evet biraz rüşvet gibi oldu ama napiim). İşe yaradı ve kısa sürede bu ödevi de tamamlamış olmanın huzuruyla günü, pardon geceyi bitirdik. Tabii bunca yıldır 09:30’da en geç yatılır diye oturttuğumuz uyku düzenimiz de yalan oldu. Zavallı Nehir’de bundan nasibini aldı. Nehir....Nehir... aman tanrım seneye de onunla aynı yollardan geçeceğim. Kütttt ( annenin bayılma sesi)

Buraya kadar hala okuyan kaldıysa, ilkokul 1. Sınıf zor lafını duymak ayrı yaşamak apayrı-ymış-. Her çocuk Efe Deniz gibi olacak diye birşey yok tabii. Eminim kendi başına masanın başına oturup ödevlerini bitiren ve “ anneee bittiii, bir bakar mısın?” diyen harika çocuklarda vardır. Böyle çocuklarınız varsa lütfen  bunun bilgisini kendinize saklayınız oynamış ruh halimle daha fazla oynamayınız. Haaa ben de daha beteri var diyosanız ama lütfen yazınız da “ arada halime şükredecek bir şey” olsun.
Not: Çocuk nasıl ders çalıştırılırla ilgili nasihatları lütfen içinize atınız zira bünyem nasihat kaldıracak durumda değil.



glitter-graphics.com

22 Ağustos 2013 Perşembe

İki çocukla tatil vol.2

Dilerim seneye bakıcısız çıkacağımız tatilimizde de aynı performansı yakalayabiliriz diye bitirimiştim geçen sene yazdığım iki çocukla tatil yazımı. Şimdi o cümlenin sonundan alıp başlıyorum.
Şeker bayramını vesile bilerekten, bayramla birleştirmek üzere bayram sonrasına planladık yıllık izin tarihlerimizi.Valla ne iyi de etmişiz, bütün kış öyle zorlu, öyle kasvetli geçti ki bir hafta hayatta paklamazdı benim ruhumu. Zaten 2013 yılını silesim var hayatımdan. 2013 benim için ağustos sonrası 4 aydan ibaret olsun istiyorum. Neyse lafı uzatmayayım bayram trafiğine de girmemek için 6 ağustos salı günü çıktık yola. Tek hatamız bir önceki yazımı okumdana yola çıkmak olmuş olacak ki, yola öğlen 12:00'de çıkma gafletinde bulunduk. Gaflet diyorum çünkü ilk durağımız olan İzmir'e ulaşmamız 10 saat sürmesinin yanı sıra, bu 10 saatte ben defalarca yolun kenarında çocukları bırakıp da mı devam etsek diye söylendim durdum. Hatta Susurluk'ta mola verdiğimiz de Efe Deniz sen burdan bir otobüse atla, İzmir'e gidiyorum de orda buluşalım demişliğim bile var. Neden mi cinnet geçirdim? Siz Shrek ve eşeğin "Çok uzaklıktaki krallık"a gidiş sahnesini izlediniz mi? İzlemediyseniz önce izleyin (Shrek 2'deydi galiba) sonra bu izlediğiniz sahneyi 20 ile çarpın. Ya kardeşim 2 saniyede bir "geldik mi?,geldik mi? geldiikmi?" diye sorulur mu? Bunun üzerine anneden "Aaaaa yeter ama 2 dakikada bir "geldik mi? diye sormayın" diye zılgıt yenince bu sefer "daha gelmedik mi? daha gelmedik mi?" diye anneyle dalga geçilirse o anne çocuklarını yolun kenarından otobüsle göndermeye kalktığında haksız mıdır? Kavga dövüş vardık yazlığa. Neyse ki yazlıkta eşimin yeğenleri vardı da ben rahat bir nefes aldım. Bu sene yazlıkta hiçbirşeyi kırmadan, hiçbir bitkiyi sökmeden, hiçbir halı ve koltuğu boyamadan zararsız bir şekilde ayrıldık. Tabii bunda sadece 3 gün kalmış olmamızın da payı var. Biraz daha kalsaydık bahçedeki biberler köküyle çıkıp deneye tabii tutulabilir, dekoratif olarak duran kazla ördek arası heykeller post modern bir çalışma şeklinde yapıştırılmak zorunda kalabilirdi. İlk yolculuktan ağzı yanan eşim ve ben Side'ye doğru olan yolculuğumuz için Cuma gecesi yola çıkmanın ikimizin de ruh sağlığı açısından daha hayırlı olacağına kanaat getirerek uyku saatlerine yakın bir saatte yola çıktık. Bingo!!! İlk bir saatten sonra çocuklar nakavt anne-baba mesut. Tek sıkıntı her mola verdiğimizde uyanan Nehir'in de bizimle birlikte arabadan inmesi ve sanki yeni uykudan uyanmamışçasına gecenin 1'inde 2'sinde bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ile koştumasıydı. Neyse sonuçta saat 04:00 civarında biz tesise giriş yaptık. Eşim kendinden emin bir tavırla ben bir resepsiyona gideyim belki odamızı verebilirler dedi?!? Saat sabah 04:00, odaya resmi giriş saati 14:00 ve bize oda verecekler??? "Oooo, siz şu süper şirin, uslu ve tesisisimizdeki tüm mandalina ağaçlarının dibine darı ekecek çocukların anne babasısınız değil mi, buyrun, biz de her an gelebilirsiniz diye hep boşata bir oda ayırdık sizin için " demelerini çok isterdik tabii ama kös kös arabayı kuytu bir köşeye çekip içinde şekilden şekile girip uyuma çabalarımız başarısızlıkla sonuçlanınca sabahın 05:00'inde güneşin doğuşu, sivrisineklerin yakın ilgisi ve bilimum cep telefonları eşliğinde saati ancak 07:00 edebildik. Çocukları uyandırıp, garsonlarla birlikte kahvaltı salonunu açtık. Herhalde çocuklar uyudukları için tanıyamadı resepsiyondakiler çünkü önlerinden çocuklarla kahvaltıya gidip döndüğümüzde saat 08:00'de odamız hazırdı. Hzılı bir yerleşme sürecinden sonra attık kendimizi havuz kenarına. Eşimle iş bölümü yaptık; önce ben uyuyorum o çocukları tutuyor, sonra o uyuyor ben çocukları tutuyorum. Pek adil bir paylaşım olmadığını şimdi anlıyorum. Zaten bu paylaşımı yaptığımızda saat 10:00'du , öğle yemeğine 13:30 gibi gideriz diye konuştuk. Beni bir de uyku tutmayınca eni topu 1 saat uyuyabildim. Oysa öğleden sonra yemekte bir kaç bira da devirince insan akşama kadar uyuyabilirdi ki eşim de öyle yaptı(ama yazık o kadar yol araba kullandı adamcağız filan diyenleriniz varsa ben de o kadar saat kös kös uyanık kalıp co-pilotluk ve muhabbet kuşluğu yaptım, az mı?). Neyse sonraki tatillere kulağıma küpe olsun bu benim.
Ay daha tatilden bahsedemedim, uzun zamandır yazmayıca dilime ,elime vurdu herhalde :) Gelelim tatile... Öncelikle geçen sene gittiğimiz Santopia Pagasos nedense daha derin bir iz bırakmış bizde herhaldeki, hep bir kıyaslama halindeydik. Bu seneki seçimimizi de yine ETS tur aracılığı ile çocuk dostu olacak bir tesis olarak yaptık. Bize Silence Beach Resort'u önerdiler. Daha biz ağzımızı açamadan katalogda lunapark ve sukaydıraklarını gören bıcırlar koro halinde "burası olsun, burası olsun" diye ciyak ciyak bağırmaya başlayınca biz de fazla kurcalamadan "tamam" dedik. Keşke biraz da ince eleyip sık dokusaymışız. Yoo yanlış anlamayın, tesis bir harika, çocuklar çok eğlendi ama bizim bir puan vermemiz gerekse herhalde 100 üzerinden 65 filan veririz hadi çocukların güzel hatrı için olsun olsun da maksimum 70 olsun. 
Önce çocuklar için çekici taraflarıyla başlayalım; aquapark ve bilimum kaydıraklar. Yani benim korkudan binemediğim kaydıraklara şu el kadar çocuklar nasıl bindi ben anlamadım. İçim gitti valla onlar kayarken de belli etmedim. Bakınız aşağıdaki surat ifadesi zaten kaydırağın ne menem birşey olduğunu anlatıyor:

Tüm gün o kaydırak senin bu kaydırak benim kayıp durdular. Tabii onlar kayarken ben şezlonga yayılıp uzun zamandır hayalini kurduğum hiçbirşey yapmadan yayılma lüksünü yaşamaya fırsat buldum. Sanmayın ki bütün gün yayılıp oturdum ben de kaydıraklarda çocukluk yıllarıma geri döndüm :) Bakınız 6 yaşına dönen Başak:

Gündüzleri eğlenceye doymayan bıcırlar geceleri açık alanlarda deli gibi yakalmaca oynayarak ve lunaparktaki her nimetten faydalanarak günü dolu dolu geçirdiler. Lunapapark dediysem harbi lunapark yani 3-5 oyuncak yanyan filan değil. Dönmedolaptan, balerine, hızlı tırtıldan gondola, çarpışan arabalardan dönen salıncağa kocaman bir lunaparkta ne varsa var. Bakınız şekil  1A:



Animasyon gösterileri de bu sene daha ilgisini çekti bizim bıcırların. Gece 12:00'ye kadar full enerji yaşayıp,12:00 oldu mu balkabağına dönüşüp sürüne sürüne döndüler odaya. Yemekler çok çeşitli olmasına rağmen iştahsız çocuklarla yaşamnın sıkıntısını yaşadık herzamanki gibi. Efe Deniz fena değildi ama Nehir neredeyse aç yaşadı. Her gün yediği dondurmalar olmasa fotosentez mi yapıyor bu kız diye düşünmeye başlayacaktım.
Şimdi bir de bizim açımızdan bakalım tatile ve tesise...
Çocuklar bu kadar eğlenirken bizim için dinlendirici bir tatil olduğunu inkar edemeyeceğim. Rahat rahat güneşlendik, akşam yemeğinde iki kadeh birşeyler içip, gece kahvesinde keyif yapıp, konuştuğumuzu anlayacak zamana sahip olduk. Ama tesisin büyüklüğüne bağlı, artık eleman yetersizliğinden midir, yoksa elemanların canından bezmiş olmasından mıdır hijyen konusunda pek memnun kalmadık. Yemekten önce tüm çatal-bıçak ve kaşıkları tek tek silmek suretiyle her gün oda dönüşü "tatil danışmanı" olarak bize atanan şahsiyeti arayıp temiz havlu istemekle geçti günlerimiz. Yanlız inkar edemem çoğu yabancı içkininde herşey dahil konsepte yer alması pek hoşumuza gitti. Bol fotoyla, bol anıyla hızla geçiverdi koskoca 10 gün. Dönüşte aynı mantık gee çıktık yola. Yolda bir de doluya yakalandık ki ağustosta bu dolu da nesi üzerimizde bir bulutla mı geziyoruz da farkında mı değiliz diye sorduk kendi kendimize. Sorunsuz bir gece yolculuğundan sonra sabah İstanbul'a vardık. Valla ne yalan söyleyeyim ne kadar seversem seveyim İstanbul'u bir 10 gün daha olsa hayır demezdim.
Tüm bu uzuuun yazıdan 2 çocukla tatil yapacaklara kıssadan hisse: tatile arabayla gidilecekse yola gece çıkımalıdır, su kaydıraklı bir tesise gidilip şezlongun tadı çıkarılır, çocuklar tutturdu diye ilk tesise balıklama atlanmaz tesisle ilgili tüm yorumlar önce detaylıca okunur, ha bir de tatil köyünde tutturulabilinecek bilimum oyuncak ve benzeri malzeme tesisin yakınındaki marketlerden alınır, kazıklanılmaz.
Bakınız aşağıdaki dansöz kıyafeti otelde 27 lira idi, 2 adım mesafedeki alandan pazarlıkla 12 liraya çzödük olayı :)

Yeni tatil maceralarında buluşmak üzere... 



glitter-graphics.com

30 Nisan 2013 Salı

Efe Deniz'e mektup var...





Dedemin Odası yazımın üzerine pek çok kişiden farklı farklı yorumlar geldi. Hepsi de çok güzel, hepsi de çok özeldi... ama bir tanesi vardı ki, beni çok duygulandırdı...
İlkokuldan sonra hiç görüşme fırsatımın olmadığı bir arkadaşımdan bir mail aldım yazımın üzerine.
Maili okuyunca o kadar duygulandım ki, paylaşmadan duramadım. İşte duygu dolu arkadaşımın maili ve Efe Deniz'e mektubu...

İlk Arkadaşlarımdan Cimcime Başak ;


Blogundaki yazdıklarını takip ediyorum.Ben de birşeyler yazdım, beğenirsen okutursun zamanı gelince...


On yıl sonraki Efe Deniz’e,



Dedenin öldüğüne inanacak kadar saf mısın gerçekten ?

Yıllar içinde büyürken “ölüm” ile ilgili bir sürü sözler duyacaksın, tıpkı benim duyduğum gibi.

Bazıları;

“Toprak oldu,gitti.”

“Hayatı son buldu, hayata veda etti.”

“Son nefesini verdi.”

Ve bunun gibi bir sürüleri…Bunlar herkesin sözleridir. Otobüste duyarsın, televizyonda duyarsın, yürürken kalabalıktan birisinden duyarsın, gazeteden duyarsın.


Ama bir de başka sözler vardır.Onları herkesten duyamazsın. Arar bulursan, benim karşıma çıktığı gibi senin de karşına çıkar.


Derler ki ;

Ruh bedene büründü..

Birisi de der ki ;

Bütün bedenler ruha girer çıkar, tıpkı denize dalar gibi ! Evet,bedendir ruhtan çıkan.

Seni çevrene sevimli kılan, o ruhun orada kıpırdanışıdır. Hareketi bırakırsak seni de beni de gömerler.

Neden gömerlermiş biliyormusun ?

Ruh bu bedeni bırakırsa, beden, ruh alışverişi daha düşük olan toprağa düşer ve ruh alışverişinin daha yüksek olduğu ortamlara gıda olur.

Bu hepimizin bedeni için geçerli..Ama şimdi ki soru Ruh’a ne olacak ?

Hani o güzel hatıralar yaşadığın dedenin ruhu ne olacak, hakiki deden, gerçek deden ne olacak ?

Dönecek denizine…Ezeldeki haline, hani birbirinizle ilk tanıştırıldığınız yere..Sözleştiğiniz yere..Buluşacağınız yere…

Ama şu an sen buradasın... sen buradan ona selam yolladığın zaman emin ol o seni duyacak..

Duymaması mümkün mü, o seninle Ezelde tanıştırıldı çünkü…

Dua ettin mi,buradan aldığın nefesi oraya verirsin..Orada alınanı da buraya..

Bunun esintisini bile duyarsın…

Hani ailenin büyükleri sitem eder ya ,az gelip gidiyorsun diye, sitemdir bu, kızgınlık,öfke değildir hiçbir zaman…

Dua ettin mi ,selam yolladın mı esinti durmaz, sitemler kalkar, ezelden beri var olan sevgi tekrar hissedilir aranızdaki…


Rahmetle…

glitter-graphics.com

26 Nisan 2013 Cuma

Dedemin Odası




(Annenin kaleminden, Efe Deniz’in gözünden dedesi…)




Sevgili dedeciğim,

Hala inanamıyorum beni bırakıp gittiğine…

 
Arkadaşları anneme soruyorlar çocuklar nasıl karşıladı diye. Annem gözleri dolarak anlatıyor benim hislerimi. Söylediklerine göre defalarca prova yapmış senin yokluğunu bana nasıl anlatacağına dair. Herkesi tembihlemiş aynı dili kullanmak için. Ölümün hayatın bir parçası olduğunu anlatan o konuşmayı yapamadı annem. Hayat provalardaki gibi olmuyor dedeciğim. “Biliyorsunuz dün hastaneden telefon geldi ve ben hızlıca evden çıkmak zorunda kaldım” dediğinde planladığı hiçbir cümleyi söylemesine fırsat vermeden anladım ben ne söyleyeceğini. Çok ağladım dedeciğim senin için. Sonra durdum ve bunun bir şaka olduğunu söylemesini istedim annemden. Şaka değildi ve sen artık yoktun. Sen hastanedeyken senin için yaptığım resimleri artık sana veremeyecektim. Annem mezarına getirebileceğimi söyledi ama sen artık eline alıp göremeyecektin. Duana neden götürmediklerini sordum. Nehir’i gösterdi annem. Minik kardeşim üzüntüye hiç dayanamıyor. Yok saydı annemin söylediklerini. Biz annemle sarılıp ağlarken “bebek gibi ağlıyorsunuz” diyerek bastırdı duygularını. Her zaman ki gibi midesine vurmaz umarım. Hemen anneanneme gitmek senin odana gelmek istedim. Senin-bizim odamız….

Anneanneme gelir gelmez koştum hemen, uzun uzun kolunun altına girip film seyrettiğimiz, sohbet ettiğimiz koltuğuna. Anneanneme sarılıp ağladım biraz. Sonra sildim gözyaşlarımı. Sen bana emanet etmiştin odanı. Şarjda duran cep telefonunu çıkardım önce. Ekranda anneannemle birlikte çekilmiş bir resminiz vardı. Senin tarafını sevdim parmağımla ve “ bu telefon artık benim, arayan olursa ben söylerim dedemin öldüğünü” dedim. Çekmecelerini dolaplarını açıp kontrol ettim. Eşyalarını vermesinler benim için saklasınlar diye tembih ettim. Sonra koltukta oturup uzun uzun inceledim etrafı…






Benim için bir odadan öteydi bu oda … kimi zaman bir stadyum, kimi zaman vahşi hayvanların ortasında bir orman, kimi zaman köpekbalıklarıyla yüzdüğümüz bir deniz ve çoğu zaman hayata dair arkadaşça sohbet ettiğimiz kocaman bir koltuk demekti benim için bu oda. Evin, hayatımın en özel köşesiydi. O odada ben kocaman bir adama, senin arkadaşına dönüşürdüm.

Duvarları hayata dair sözler, ve hayatındaki en önemli kişilerin resimleriyle, en çok da benim ve Nehir’in hey yıl adım adım büyüyüşümüzün kanıtlarıyla dolu bu oda benim için sihirliydi.






Saat koleksiyonun odanın her yerindeydi.

En çok guguklu saati severdim. Koltuğunun kenarına çıkıp saat başlarında ve buçuklarda o kuşun dışarı çıkmasını heyecanla beklerdim. Şimdi düşünüyorum da o kadar saat arasında zamanı durdurmamız mükün olsaydı keşke.

Dolaplarından birinde eski albümler duruyordu. Albümün kapağındaki resimden bile içinde hangi fotoğrafların olduğunu bilecek kadar bakmıştım o albümlere. Duvarlardan birinde “12 yaşından önce yapılacaklar” listemiz duruyordu. Tamamladıklarımızın üzerinde çarpılar vardı. “Daha tamamlayacak bir sürü maddemiz vardı” dedim anneanneme. “Birlikte tamamlarız” dedi gözlerindeki yaşlara engel olamayarak. Her köşesini, her eşyasını annemden ve anneannemden bile daha iyi bildiğim ve “ben ölünce bu oda senin” dediğin ama benim, bu lafın ne demek olduğunu anlamadığım, anlamak istemediğim bir odaydı. Şimdi anlıyorum. Sen bana bir oda değil hayata dair bir bakış, bir olgunluk bıraktın. Her ziyarete gelen ben iyi bir arkadaşımı kaybettim dedi. Ama ben en yakın arkadaşımı kaybettim.

Sen hep benim kalbimde yaşayacaksın dedeciğim…

5 Nisan 2013 Cuma

Hayat ve Ölüm üzerine


Sevgili çocuklarım,

Bu yazıyı yaşınız ilerlediğinde zaman zaman açıp okuyun. Bu yazımda size annece nasihat verme hakkımı kullanıyorum :)

Yaklaşık 13 gündür dedeniz yoğun bakımda. İkinizde yokluğunu hissediyorsunuz ama sen Nehir, yaşın itibariyle daha rahat geçiriyorsun bu günleri (şu an 4 yaşındasın ve sen durumun tam da farkında değilsin). Zaman zaman "ne zaman gelecek dedem, gelsin artık bana oyuncak alsın" diye sormak dışında kendi dünyandasın. Efe Deniz sen çok hassassın. Dedeni hastaneye kaldırmamızı takip eden 3 gün boyunca okuldaki her ilk bir saatini sayfalarca resim yaparak geçirmişsin (ki senin gibi hareketli bir çocuğun tarzı değil,öğretmenin bile şaşırmış). Bu resimleri eve getirip hepsini birbirine yapıştırdın ve hastaneden çıktığında dedene hediye edeceğini söyledin. Yine her akşam en az bir kere dedenin durumunu soruyorsun, onu çok özlediğini ve onun için çok üzüldüğünü söylüyorsun. Sen böyle söylediğin zamanlarda benim hüngür hüngür ağlayasım geliyor ama senin duygularını bu derece sakin, olgun ve dürüstçe söylemen karşısında toparlanıyorum. Duygularını açıkça söylemen öyle hoşuma gidiyor ki. Duygularını hiçbir zaman yakınlarından saklama oğlum. Her zaman ne hissettiğini açıkça söyle.

Dedenizin süreci uzamaya başlayınca içime bir korku yeleşti. Ya dedenizi kaybedersek bunu size nasıl açıklarım diye. Hemen bilirkişilerin yazılarını okumaya başladım. Pek çok iyi tavsiye edindim ama tatmin olmadım. Bu sebeple size bu satırları bugün olmasa da ileride "hayat" üzerine düşünmeniz için yazmaya karar verdim.

Montaigne "Dünyaya geldiğimiz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarız." demiş. Hepimiz doğuyoruz ve ölüyoruz. Ölüm, hayatın bir geçeği ve bu gerçeği bilerek yaşamak gerekiyor. Ölüm, ölenden çok geride kalanları etkiliyor. Gideni özlüyor ama geri getiremiyoruz. Bu sebeple gideni unutmamak ama hayata da devam etmek gerekiyor.
Günün birinde ölüm hepimizin kapısını çalacak, önemli olan o ana kadar nasıl yaşadığınız. Eğer gerçekten "keşkeler" ile geçirmediyseniz hayatınızı, eğer kalp kırmadıysanız, eğer insanlara faydanız dokunduysa bedeniniz toprak altında dahi olsa hiç unutulmaz hep yaşarsınız.
Ölüm üzerine çok yazmayacağım bu sebeple. Ben size hayattan ve yaşamdan bahsedeceğim.
İnsan başına kötü birşeyler gelmediği zaman hayatı geldiği gibi yaşıyor. Sorgulama ihtiyacı hissetmiyor. Çaresiz kaldığı anlarda ise sorguluyor insan hayatı ve yaşamını.

Hayat planlanmıyor çocuklarım. Yarın, hatta bir dakika sonramız bile bir bilinmezlik. İşte bu yüzden her anı, hakkını vererek yaşamak gerekiyor. Büyürken hoşunuza gitmeyen pek çok şeye şahit olacaksınız. Şimdi bile zaman zaman "ama bu haksızlık" diyorsunuz bana (uyku saati sadece tatillerde esneyebilir ve bu haksızlık siz ilkokulu bitirene kadar devam edecek maalesef). Büyüdükçe daha da çok haksızlıkla karşılaşacaksınız. İnsanların her zaman iyi olmadıklarını öğreneceksiniz. (Şu andan itibaren nasihatlara başlıyorum) Karşınızdaki iyi olmasa bile siz iyiliğinizden taviz vermeyin ama haksızlık karşısında da sessiz kalmayın, doğrularınızı binlerce kişiyi karşınıza alacak olsanız dahi söylemekten çekinmeyin. Yanlız söyleyeceklerinizi söyleme biçiminizi iyi seçin, kalp kırmayın. Çalışkan, dürüst ve ahlaklı olun. Çalışkan olurken hayatı kaçırmayın. Sevdiklerinize her zaman zaman ayırın. Duygularınızı saklamayın; kızdığınızda kızdığınızı, sevdiğinizde sevdiğinizi söylemekten çekinmeyin. Üzüntülerinizi, hele ki göz yaşlarınızı saklamayın (Efe Deniz'cim erkekler ağlamaz lafına sakın itibar etme, ağlamak insani bir duygudur bunun kadını erkeği yoktur). Hayallerinizi ertelemeyin.Hayalleri ertelememek risk almayı gerektirebilir, risk almaktan korkmayın. Aldığınız riskin sonucunda başarısız olup dibe de vurabilirsiniz. Yıkılmayın, üzülün, ağlayın ama toparlanıp tekrardan başlayın. İş-güç-okul-ders buralardaki başarısızlıkların hiçbir önemi olmadığını aklınızdan çıkarmayın. Kırık not almanın, müdürle tartışmanın, işten çıkarılmanın hayatın sonu olmadığını bunların hayat içinde küçücük ayrıntılar olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Her başarısızlık yeni bir başarı için bir fırsat doğurur. Başarısız olduğunuzu düşündüğünüz anlarda tekrar tekrar denemekten vazgeçmeyin (Edisonun ampülü bulmak için 3 yıl uğraştığını unutmayın. İlk yıllarında ya da 2 yıl 11 ay sora olmuyor yapamıyorum deseydi şimdi kimse adını ampülün mucidi olarak bilmiyor olurdu). Çevreye,hayvanlara, insanlara duyarlı olun. Sosyal sorumluluk projerinde görev alın. Yardımsever olun. Maddi gücünüz iyi ise maddi olarak da destek verin. Paylaşımcı olun. Hiç kimse evini, arabasını parasını alıp da gitmiyor bu dünyadan. Çocuklarla, yaşlılarla, doğayla daha çok, bilgisayarla,televizyonla daha az vakit geçirin. Bir arkadaşım, "televizyon seyretmeyi bıraktım.Yaşanmış hayatları izlemek yerine, kendi filmimi yaşamayı seçtim" demişti. Kendi filminizi yaşayın. Yapmaktan hoşlandığınız şeylere zaman ayırın. Seviyorsanız bol bol kitap okuyun.Kitap okumak hem hayalgücünüzü hem iletişim becerinizi güçlendirir. Sevmiyorsanız,yeni ülkeler, yeni insanlar tanıyın. Farklı hayatları, farklı kültürleri keşfedin.  Gülümsemenin barıştırıcı, iyileştirici, bulaşıcı etkisi olduğunu aklınızdan çıkarmayın ve hep güleryüzlü olun.
Sevdiğim bir başka laf ise "hayat sana limon veriyorsa limonata yap" tır. Aşk hayatınızda hep olsun, sevgilinize, çocuğunuza, fotoğraf çekmeye, müziğe ya da neyi seviyorsanız hep aşkla bağlanın, aşkla yaklaşın.
Ve zaman zaman sorun kendinize "yarın olmayacak olsam" bugün ne yapıyor olurdum?
Demek nasihat vermek böyle birşey insan kendini durduramıyor...(yaşlanıyor muyum ne???)
Özetlemek gerekirse;
Daha önce bir yazımda "hayat küçük anların birleşkesidir". demiştim.
Hayatımızın süresini bilemiyoruz tek bildiğimiz içinde bulunduğumuz an. Siz nasıl tasarlar nasıl yaşarsanız öyle oluyor hayat. Her anı, doya doya, içinizden geldiği gibi, sanki yarın yokmuşcasına yaşayın çocuklarım.
Ve hayat bitse bile sevginin yok olmadığını unutmayın!






glitter-graphics.com

19 Ekim 2012 Cuma

İki çocukla tatil


Şimdi bayram yaklaşıyor ya belki çoluk çocuk tatil yapmak isteyenler vardır diye gecikmiş bir tatil yazısı olarak 2 çocuklu tatil maceramızı paylaşmaya karar verdim sizlerle...
Yıllardır hayalini kurduğum ama gerçekleştirmeye gelince nasıl yaparım diye düşündüğüm tatili sonunda bu yaz gerçekleştirdim.
İki çocukla tatil yapmak bir anda kabusa dönüşebileceği için bu seneye kadar hep ya yazlık tercih etmiştik ya da haftalık ev kiralama yöntemini seçmiştik.
Bu sene bir cesaret "hadi dedik, bu sefer bir tatil köyüne gidelim".
İlk hareket çocuk dostu tatil köylerini araştırmak oldu.
Tatilimiz Haziran başına denk geleceği için güneye odaklandık.
Uzun araştırmalarımızın sonunda da Suntopia Pegasos Resort 'ta karar kıldık.
Tatil köyününün resimlerine bakıyorum içim gidiyor. Bunca sene tatil köyü demek benim için, "dinlenme, eğlenme, özgürleşme demekken şimdi 2 çocukla nasıl olacak bunlar?" diye düşünmeye başladım daha gitmeden. Öyle önyargılıydım ki "tatil dönüşü kesin bir tatile daha ihtiyacım olacak" diye düşünüyordum.
Gece yola çıkmak ilk akıllı davranışımız oldu. Normalde yolda sürekli didişen ve "daha gelmedik mi?" diye milyonlarca kez soran bıcırlar yol boyunca uyuyunca sessiz ve rahat bir yolculuk yaptık.
Otele vardığımızda odalarımız hazırdı ve günü kaçırmadan havuz kenarına inebildik.
Otel gerçekten her anlamda çocuklu ailelerin ihtiyaçlarına yönelik düşünülmüş. Odalar çocuk için ayrı bir oda olacak şekilde 2 ayrı odadan oluşuyor. Her öğün çocuklara hitap eden en az bir yemek çeşidi mevcut. Her öğün balık olması ayrıca şahaneydi.
Çocuk oyun alanı
Çocuk oyun alanı, kreş, çocuk animasyonu, çocuk havuzu gibi çocuğa yönelilk tüm ayrıntılar mevcut.
Gelelim 2 çocukla tatilin detaylarına: bir kere klasik bir Türk annesi olduğumu yüzlerce turistin yanında çok net anladım. Tüm turist çocuklar masalarında oturup kendi kendilerine yemek yerken benim bıcırlar o masa senin bu masa benim dolanıp duruken ben her defasında kendimi "Nehirrr, bitti mi ağzındaki, Efe Denizzzz sarkma dedim sana" diye seslenirken bulup dizginlemeye çalışırken çok net anladım bu ayrımı.

Yemek seansları dışında deniz ve havuz kenarında öyle keyifli vakit geçirdiler ki, hayalini kurduğum şezlong,güneş kitap üçlemesini rahatlıkla gerçekleştirebildim.



Çoğu kez ben de onlarla çocukluğuma dönüp defalarca inip çıkıp kayıp durdum su kaydıraklarından.





Günün sonunda çocuk animasyonunda eğlenirken bıcırlar biz içkimizi yudumlayıp keyifle seyrettik onları. İstanbulda'ki düzenimizi tatil için iptal edip yatış saati serbestliği sağladığımız için de, hiç yatma vakti tartışması yaşamadık.




Zaten çoğu kez animasyonu seyrederken kucağımızda uyuyakaldı minikler. Fazla müdehaleci olmayınca hem onlar hem de biz rahat ettik. Hal böyle olunca geriye tadı damağımızda kalan bir tatil oldu...

Dilerim seneye bakıcısız çıkacağımız tatilimizde de aynı performansı yakalayabiliriz.